Mezheplerin İhtilaf Sebepleri |
|
|
Mezhepler arasındaki ihtilaf, maalesef fıkıh konusunda bilgisi olmayan kişileri şüpheye düşürmekte ve onların kendi kendilerine şu iki soruyu sormalarına sebep olmaktadır:
· Kur’an ve sünnet bir iken, görüşler niçin farklı oluyor?
· Bu görüşlerden hangisi doğrudur?
Şeytan ve İslam düşmanları da onların bu cehaletinden istifade ederek bu iki soru ile onlara saldırmakta, hatta bir kısmını aldatarak sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktadır. Bu iki soruyu cevaplayarak, bu sorularla yaralanan gönüllere bir abıhayat sunacağız. İlk önce ikinci soru ile başlıyoruz:
|
|
Gönderen : İSMAİL
Tarih : 19 Aralık
2013
Hit : 6294
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3733 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Dört Mezhebin Farklı Hükümlerinin Hepsi Nasıl Hak Ve Doğru Olabilir? Zira Hak Birdir Ve Değişmez?
Cevabı çok zor gibi gözüken ve cevabı bilinmediği için birçok Müslümanı mezhepler hakkında şüpheye düşüren bu sorunun cevabı son derece basittir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, mezkûr soruya son derece güzel ve mukni bir cevap vermiştir. Bu cevap sayesinde, bir meseledeki farklı hükümlerin hepsinin hak ve doğru olabileceği son derece açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bizler bu cevabı sadeleştirerek naklediyoruz:
“Eğer desen: Hak bir olur, nasıl böyle dört mezhebin muhtelif hükümlerinin tamamı hak olabilir?”
“El-Cevab: Bir su, beş farklı mizaçtaki hastalara göre beş farklı hüküm alır. Şöyle ki:”
· Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilaçtır. Demek su içmek; tıbben ona vaciptir.
· Diğer hastaya, zehir gibi zararlıdır. Demek su içmek; tıbben ona haramdır.
· Diğer bir hastaya, az zarar verir. Demek tıbben ona mekruhtur.
· Diğer hastaya ise faydalıdır, menfaat verir. Demek tıbben ona sünnettir.
· Diğer birisine de, ne zarardır ne de menfaat, afiyetle içsin. Demek tıbben ona mübahtır.
“İşte hak burada farklılaştı. Su bir iken, beş hastaya göre, beş farklı hükme sebep oldu. Birine vacip, diğerine haram, bir diğerine mekruh ve diğerlerine de sünnet ve mübah oldu. Simdi sen diyebilir misin ki; “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” Elbette diyemezsin. Zira suyun hükmü, hastalara ve mizaçlara göre farklılaşmaktadır.”
“Aynen bunun gibi, din ve şeriatın her bir hükmü, insanlar için bir abıhayattır. Misalimizdeki suyun hükmünün beş farklı mizaca göre, beş farklı hüküm alması gibi, ilahi hükümler de, mezheplere tabi olanlara göre değişir. Bir hüküm birisine vacip olurken, diğerine mekruh, birisine haram olurken, diğerine mübah olabilmektedir. Bunu inkâr etmek, misalimizdeki suyun, bütün hastalara göre hükmünün tek olması gerektiğini iddia etmek gibi bir safsatadır. Bunu inkâr etmek, İslam’ın evrenselliğini inkâr etmek, ya da her insanın aynı fıtratta olduğunu kabul etmek gibi bir şeydir.
“İşte mezhep imamları âdeta bir doktor gibi, bulundukları coğrafyada yaşayan insanların mizaçlarına uygun hükümleri, Kur’an ve sünnetten çıkarmıştır. O coğrafyada yaşayan bir Müslüman için ilaç hükmünde -yani vacip olan- bir emir, başka bir coğrafyadaki Müslüman için zehir -yani haram- olabilmektedir.”
“Mesela, İmam Şafi’ye tabi olanlar, genellikle Hanefilere nispeten köylülüğü ve bedeviliğe yakın olduklarından, cemaati tekbir vücut hükmüne getiren sosyal hayattan mahrumdurlar. Bu sebeple her biri bizzat Allah’ın dergâhında kendi derdini söylemek ve hususi arzusunu istemek için imamın arkasında Fatiha’yı kendi başlarına okurlar. İmam Azam’a tabi olan Hanefiler ise, ekseriyetle medeniyete ve şehirliliğe daha yakın ve sosyal hayatın daha içinde oldukları için, bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum namına söyler, cemaatte kalben onu tasdik eder. Onun sözü, umumun sözü hükmüne geçer. Bu sırra binaen Hanefi mezhebinde olanlar imamın arkasında Fatiha’yı okumaz. İmam onlar namına okur ve diğerleri rabıta-i kalb ile imamı tasdik ederler. O halde imamın arkasında Fatiha’yı okumak Şafilere göre hak ve doğrudur. Onların mizaç ve tabiatlarının bir gereği ve neticesidir. Hanefilere göre ise Fatiha’yı okumamak hak ve hikmet olup, onların fıtratları da buna müsaittir. Bu sebeple İmam Şafi, Kur’an ve sünnetten, imamın arkasında Fatiha’nın okunacağı hükmünü çıkartırken, İmam Azam ise aynı delillerden, imamın arkasında Fatiha’nın okunmaması gerektiğini çıkarmıştır. Mevcut deliller, her iki hükmü de içinde saklamaktadır. Her bir mezhep imamı, coğrafyasındaki insanların fıtratlarına uygun olan hükmü, bu delillerden istinbat etmiştir. Allah Teâlâ ise iki halden de razı olmaktadır.”
Bu mesele, bir sonraki başlıktaki izahlar ile tam manasıyla anlaşılacaktır. Bu sebeple meseleyi daha fazla uzatmadan, “Kur’an ve sünnet bir iken, görüşler niçin farklı oluyor?” sorusunun cevabına geçiyoruz:
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3733 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Kur’an Ve Sünnet Bir İken, Görüşler Niçin Farklı Oluyor?
Bir mesele hakkındaki görüşlerin niçin farklı olduğuna, yani ihtilafın sebeplerine geçmeden önce, mezhepler arasındaki ihtilafı anlayamamanın ve buna hayret etmenin sebeplerini izah edelim. Bu sayede, ihtilafın zaruri bir netice olduğu daha kolay anlaşılacaktır.
• İhtilafın sebebini anlayamamanın altında yatan en büyük sebep;kişinin, Allah’ın kelamı ile beşer kelamını birbirine karıştırmasıdır. Yani, beşer kelamı sadece bir iki manaya gelebildiğinden dolayı, Allah’ın kelamını da böyle bir kelam zannetmekte ve ihtilafı aklına sığıştıramamaktadır. Hâlbuki Kelam-ı Ezeli, hadsiz manaları içinde bulundurma özelliği taşımaktadır. Âdeta Kur’an kelimeleri birer deniz olup, içinde hadsiz manayı saklamaktadır. Her bir müctehid de, o kelime ve ayetlerden farklı manalar çıkarmakta ve farklı neticelere ulaşmaktadır. Dolayısıyla ihtilafın olmamasını istemek ve tek bir mezhebin olmasını talep etmek, Allah’ın ezeli kelamının, insan sözü gibi sadece birkaç manaya gelmesini arzu etmek ve ezeli kelamın mahiyetinden gaflet etmektir. O halde düzeltilmesi gereken ilk iş, Allah’ın ezeli kelamının mahiyetini öğrenmek ve bu kelamı beşer kelamına kıyas etmemektir.
• Yine bir meselede sadece tek bir görüşün olmasını istemek; İslam’ın evrenselliğini anlayamamaktan ötürüdür. Zira fıtratları, yaşam koşulları, kıtaları, örfleri ve daha birçok şeyi farklı olan insanların, furuat denilen ayrıntıya ait meselelerde aynı hükme tabi olması mümkün değildir. O halde ihtilaf, evrenselliğin zaruri bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; Allah’ın rahmet ve kereminin mahiyetini bilmemektendir. Zira Allah Teâlâ, dinin yaşanmasını kolaylaştırmış, bir meselede razı olacağı farklı hükümleri göstererek, zaruret halinde başka bir mezhebin görüşüyle hüküm edilmesine müsaade etmiştir. Bu, Allah’ın rahmetinin ve kereminin bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; “Dinde zorluk yoktur.”hükmünü tersine çevirmeyi talep etmektir. Zira, bir meselede sadece tek bir hüküm olsaydı, İslamı yaşamak insanlar için çok zor olurdu. Mesela Hanefi mezhebinde; kadına değmek abdesti bozmazken, Şafi mezhebinde bozmaktadır. Hac ve umre vazifesinde, tavaf ve say, abdestli yapılmak zorunda olduğundan, Şafi mezhebine mensup hacılar, bu ibadetlerde Hanefi mezhebini taklit ederek abdest almakta ve yanlışlıkla bir kadına dokunduğunda abdesti bozulmamaktadır. Eğer tek bir hüküm olup, abdestte kadına dokunmak mutlak olarak abdesti bozsaydı, hac ve umre vazifesi çok zorluklarla ancak eda edilebilirdi. Yine mesela, Hanefi mezhebinde kan abdesti bozarken, Şafi mezhebinde bozmamaktadır. Yarası kanayan veya ameliyat olan bir Hanefi, bu hali geçinceye kadar -zaruret halinde- Şafi mezhebini taklit ederek, bu mezhebin şartlarına uygun abdest alır ve bu abdest ile namazını kılar. Akan kan, abdestini bozmaz. Eğer bu konuda da tekbir hüküm olsaydı ve kan mutlak olarak abdesti bozsaydı, yarası olanlar, kaza geçirenler vs. için namaz kılmak çok zor olacak ve belki de kişi namazdan uzaklaşacaktı. Demek ihtilaf,“Dinde zorluk yoktur.” hakikatinin zaruri bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; Efendimiz (asm)’in bir meselede sadece bir tek uygulama yaptığını zannetmekten ötürüdür. Hâlbuki Peygamberimiz (asm) -namazının kılınış şekli dâhil olmak üzere-bir meselede, birçok farklı uygulamalar yapmış ve her bir mezhep imamı bu uygulamalardan bir tanesini almıştır. Zaten Peygamberimiz (asm)’in farklı uygulama yapmadığı ve hakkında tek bir nas olan konularda ihtilaf olmamıştır. Demek ihtilaf, Peygamberimiz (asm)’in farklı uygulamalarının bir neticesidir. Bu izahtan sonra ihtilafın sebeplerine geçebiliriz. Bir mesele hakkındaki görüşlerin farklı olmasının bir dizi sebebi vardır. Bizler bu sebeplerden sadece"ayetlerin ve hadislerin farklı anlama gelme" ihtimalini inceleyeceğiz. Zaten bu iki sebep anlaşıldığında, ihtilafın zaruri bir netice olduğu kati bir şekilde anlaşılacaktır. İhtilafın diğer sebeplerini ise usul-u fıkıh kitaplarına havale ediyoruz.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3733 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ayetlerin Farklı Anlamlara Gelebilmesi Sebebiyle Oluşan İhtilaf
1. MİSAL
“Muhakkak biz sana Kevser'i verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. (Kevser, 108/1-2)
Kurban kesmenin hükmü İmam Azam’a göre vacip, İmam Şafi ve İmameyne –İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed- göre ise sünnettir. Bu ihtilaf, fıkıh ilmini bilmeyenleri şaşırtmakta ve “Bir şey bir mezhepte vacip olurken, diğer bir mezhepte nasıl sünnet olabilir.” dedirtmektedir. Hâlbuki şimdi göreceğimiz gibi bu mümkündür ve ayetin farklı manalara gelebilme ihtimalinin zaruri bir neticesidir. Şöyle ki:
İmam Azam Hazretleri, Kevser suresinin bu iki ayetini şöyle izah etmiştir: Surenin 1. ayeti olan “Muhakkak biz sana Kevser'i verdik.” ifadesindeki muhatap; Hz. Muhammed (asm)’dir. Buradaki Kevser; Efendimize (asm) verilen bir ihsandır. 2. ayet olan “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” emrine muhatap ise Peygamber Efendimiz (asm) olmayıp, Ümmet-i Muhammed’dir. Buradaki namaz; ümmete emredilen beş vakit namazdır. Kurban kesme emri de bu ümmetin bizzat kendisine yapılmıştır. Dolayısıyla kurban kesmek vaciptir.
İmam Şafi ve İmameyn ise ayetleri şöyle tefsir eder ve derler ki: Surenin her iki ayetinde de muhatap; Hz. Muhammed (asm)’dir. 1. ayet olan “Muhakkak biz sana Kevser'i verdik.” ifadesiyle, Efendimize (asm) verilen bir ihsan beyan edilmiştir. 2. ayetteki “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” emri de Peygamberimiz (asm’edir. Buradaki namaz; beş vakit namaz olmayıp, gece namazıdır. Zira gece namazı Peygamberimize (asm) farz idi. Ayetteki “Kurban kes.” emri de bizzat Peygamberimize (asm) yapılmış, kurban kesmek sadece Efendimize farz edilmiştir. Ümmete ise, Peygamberimize (asm) tabi olması cihetiyle sünnettir.
Görüldüğü gibi, surenin 2. ayetinin muhatabının hem Ümmet-i Muhammed, hem de bizzat Efendimiz (asm)’in kendisinin olması muhtemeldir. Ayet, iki şekilde de izah edilebilir. Siyak ve sibak –ayetin gelişi ve gidişi- buna müsaittir. Eğer 2. ayetteki muhatap Ümmet-i Muhammed ise, ayetteki namaz ile beş vakit namaz kastedilmekte, kurban da bize emredilmektedir. Bu itibarla kurban kesmenin vacip olması gerekir. Ama İmam Şafi ve İmameyn’in görüşü de mümkün olup, 2. ayetteki muhatap yine Efendimiz (asm) olabilir. Bu halde namaz, Efendimize (asm) farz olan gece namazı olup, kurban kesme emri de ümmete değil, bizzat Peygamberimiz (asm)’in kendisine yapılmıştır. Bu ihtimale binaen, kurban kesmek bize vacip değil, sünnettir.
Hem görüldüğü gibi ihtilaf, kurban kesmenin bir ibadet olup olmadığı konusunda değil, bu ibadetin hükmü hakkındadır. Zira ayetin açık ifadesiyle kurban kesmek bir ibadettir. Bunda ihtilaf yoktur. İhtilaf sadece hükmünün ne olduğundadır ve bunun sebebi de; ayetin her iki manayı da kendinde cem etmesidir. Ayrıca her bir mezhep imamı, görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Bizler bu başlıkta sadece Kur’an’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden, meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
O halde kurbanın bir mezhebe göre vacip, diğer mezhebe göre sünnet olduğunu anlayamamak ve sadece tek bir hükmünün olmasını istemek, ilahi kelamın mahiyetinden habersiz olmanın bir neticesidir. Ezeli kelam, insan kelamı gibi değildir ki, sadece tek bir manaya işaret etsin.
2. MİSAL
“… Oraya (Kabe’ye) giren emin olur…” (Al-i İmran, 3/97)
İmam Azam Hazretlerine göre; şer’an öldürülmesi gereken bir kimse Harem-i Şerife sığınsa, kendisine dokunulmaz ve orada ceza uygulanmaz. Sadece ona yiyecek ve içecek verilmeyerek, oradan çıkmaya mecbur edilir ve çıkınca kısas yapılır.
İmam Şafi Hazretlerine göre ise; Kâbe’ye sığınan oradan çıkmazsa, çıkması için beklenmez, orada kısas edilir.
Yine, fıkıh ilmini ve ezeli kelamın mahiyetini bilmeyenleri şaşırtacak bir durum: Aynı meselede iki farklı hüküm! Hâlbuki kişi, ilahi kelamın mahiyetini bilseydi, bu farklı hükümlerin son derece normal ve ezeli kelamın bir hususiyeti olduğunu anlayacaktı. Şimdi ihtilafın sebebini öğrenelim:
Ayet-i kerimede; “Oraya (Kabe’ye) giren emin olur.” buyrulmuştur. Buradaki emniyet İmam Azam’a göre; dünyevi emniyettir ve Kabe’ye girenin her türlü dünyevi tehlikeden emin olması gerekmektedir. İmam Azam Hazretlerine göre; can emniyeti de bunlardan biridir. O halde kendisine kısas yapılması gereken bir kişi, Kabe’ye sığınsa ona dokunulmaz. Çünkü Allah Teâlâ kitabında, Kabe’ye girenin tehlikeden emin olması gerektiğini buyurmuştur.
İmam Şafi ise; ayetteki “emniyeti” ahiret azabından emin olmakla tefsir etmiştir. Yani İmam Şafi’ye göre; Kabe’ye giren, dünyevi tehlikelerden değil, uhrevi tehlikelerden emin olur. Yaptığı tavaf, say ve diğer ibadetlerle kendisini Allah’a affettirir ve cehennem azabından kurtulur. Dolayısıyla İmam Şafi’ye göre; ayetin hükmü dünyaya değil, ahirete bakmaktadır. Netice olarak da “kısas gereken bir kişi Kabe’ye sığınsa, çıkması emredilir, eğer çıkmazsa orada hükmü icra edilir.”
Görüldüğü gibi, ayetteki “emniyetin” farklı manalara gelebilme ihtimali, hükmün farklılığına sebep olmuştur. Eğer ayetteki “emniyet” dünyevi emniyet ise, orada kısas yapılamaz. İmam Azam, bu ihtimali tercih etmiştir. Yok, eğer ayetteki “emniyet” ahiretteki azaptan emin olmaksa, orada kısas yapılabilir. İmam Şafi’de bu ihtimali tercih etmiştir. Ayrıca her bir mezhep imamı, görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Bizler bu başlıkta sadece Kur’an’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden, meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
Demek, “Kabe’ye sığınan bir kimseye kısas yapılıp, yapılamayacağı” konusunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek, ayetin bu iki vechini bilmemekten ve Allah’ın kelamını, beşer kelamı gibi sınırlı manada bir kelam zannetmekten dolayıdır.
“Eğer bu hükümlerden hangisi doğrudur?” derseniz, bu sorunun cevabını daha önce vermiştik. Burada şu kadar diyelim ki; Cenab-ı Hak, her iki hükümden de razıdır.
3. MİSAL
“… Yahut kadınlara dokunmuşsanız ve su bulamıyorsanız, temiz bir toprak ile teyemmüm edin...” (Maide, 5/6)
Yukarıdaki ayetin tamamında, abdesti bozan şeyler zikredilmekte ve abdest almak mümkün olmadığında teyemmüm edilmesi emredilmektedir. Bizler sadece ayette geçen ve abdesti bozduğu bildirilen “kadınlara dokunmuşsanız” ibaresini inceleyeceğiz.
Hanefi mezhebinde; kadına dokunmak abdesti bozmaz. Şafi mezhebinde ise bozar. Bu ihtilafın sebebi; ayette geçen “kadınlara dokunmuşsanız” ibaresini anlamadaki farktır. Şöyle ki:
Ayette geçen (لَمْس ) kelimesinin lügat manası “dokunmak” demektir. İmam Şafi Hazretleri, bu kelimeyi lügat manası üzerine tefsir ederek, kadına dokunulduğunda abdestin bozulacağını söylemiştir. Demek İmam Şafi’ye göre; ayette mecaz yoktur ve ibare, kendi lügati üzerine tefsir edilmiştir.
İmam Azam Hazretleri ise ayetteki (لَمْس ) kelimesini “cima” yani “cinsel ilişki” ile tefsir etmiştir. Yani ibareyi mecaza hamletmiş ve şu delilleri getirmiştir:
İbni Abbas Hazretleri der ki: Allah Teâlâ hayâlı ve keremli olduğundan, cimadan direkt bahsetmemiş, dokunmak ifadesiyle kinaye yapmıştır.
Yine büyük Arap lügat âlimi İbni Sikkit Hazretleri şöyle der: Dokunmak manasındaki (لَمْس ) “kadınlar” ile birlikte kullanıldığında bununla cinsel ilişki kastedilir. Çünkü Araplar (لَمَسْتُ الْمَرْأَة ) derken, “kadınla cinsel ilişkide bulundum” demek isterler. O halde bu ayet-i kerimede de mecazın kastedilmiş olması gerekmektedir ki, bu da (لَمْس ) ile cimanın anlatılmak istendiğidir.
İşte ayetteki (لَمْس ) kelimesinin tefsirindeki ihtilaf, hükmün ihtilafına sebep olmuştur. İmam Şafi kelimeyi lügat manasıyla tefsir ederken, İmam Azam Hazretleri mecaza hamletmiştir. Ayrıca her bir mezhep imamı, görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Ancak bizler bu başlıkta sadece Kur’an’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden, meselenin hadis bölümüne geçmeyip, sadece bir nükteyi zikirle yetineceğiz:
İmam Azam Hazretleri görüşüne delil olarak şu hadisi getirmiştir:
Hz. Aişe validemiz der ki:
“Ben Resulullahın (asm) önünde uyurken, ayaklarım onun kıble tarafına düşer, O secde ederken ayaklarıma dokununca, ben hemen ayaklarımı toplar, kalktığında ise tekrar uzatırdım. O gün evlerde kandiller yoktu.”
İmam Azam Hazretleri bu hadisi delil göstererek der ki: Bu hadiste kadına dokunmanın abdesti bozmayacağına delil vardır. Zira Efendimiz (asm) namazda Hz. Aişe’ye dokunmuş ve namazına öylece devam etmiştir. Eğer kadına dokunmak abdesti bozsaydı, Peygamberimiz (asm)’in namazının bozulması gerekirdi.
İmam Şafi Hazretleri ise, İmam Azam’ın bu deliline şöyle cevap verir: Mezkûr hadis, dokunmanın abdesti bozmayacağına delalet etmez. Zira hadiste dokunmanın çıplak tene yapıldığına dair açık bir ifade yoktur. Muhtemeldir ki, Peygamberimiz (asm) Hz. Aişe’ye elbisesinin üzerinden dokunmuş ve abdesti bu sebeple bozulmamıştır.
Daha bunun gibi, her bir mezhep imamı kendi görüşüne ait birçok deliller sunmuş ve diğer görüşün delillerine cevap vermiştir. Hadisleri anlamadaki farklılığı bir sonraki başlıkta inceleyeceğimizden, bu meseledeki Şafi ve Hanefilerin diğer delillerine geçmiyoruz. Ancak şunu belirtmek istiyoruz ki: Mezhep imamları âdeta kılı kırk yarmış ve hükümleri öyle çıkarmışlardır. Çıkardıkları hiçbir hükmü zanlarına dayandırmayarak, ayet ve hadislere dayandırmışlardır.
Netice olarak: “Kadına dokunmanın abdesti bozup bozmayacağı” konusunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek, ayetteki (لَمْس ) kelimesinin bu iki vechini bilmemekten, Allah’ın kelamını, beşer kelamı gibi sınırlı manada bir kelam zannetmekten ve ihtilaftaki rahmeti anlayamamaktan dolayıdır.
4. MİSAL
“…bu paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir…” (Nisa, 4/11)
Cenab-ı Hak, Nisa suresi 11. ve 12. ayetlerde miras taksiminin nasıl yapılacağını beyan buyurmuş ve taksimden önce borçların ödenmesi gerektiğini bildirmiştir. Bu ayete göre miras taksim edilmeden önce, vefat edenin borçları ödenir ve eğer varsa, malının üçte birlik kısmından yaptığı vasiyeti yerine getirilir. Daha sonra da Allah’ın belirttiği şekilde kalan mal mirasçılara taksim edilir.
İmam Azam Hazretleri, ayette geçen “deyn” (borç) kelimesini; kullara ait borçlar olarak tefsir etmiştir. İmam Azam Hazretlerine göre; ölen bir kimsenin kullara ait borçları, vasiyeti olmasa da mirastan çıkarılır ve alacaklılara ödenir. Ancak Allah’ın hakkı olan zekât ve hac gibi borçlar, vasiyeti olmazsa mirastan çıkarılmaz. Buna göre ölü, Allah’a ait hakların mirastan ödenmesini vasiyet etmez ve mirasçılar da kendi rızaları ile bu borçları ödemek istemezlerse, Allah’a ait borçlar miras malından çıkarılmaz ve bu borçlar ödenmez.
İmam Şafi Hazretleri ise, ayette geçen “deyn” (borç) kelimesini; hem kullara ait, hem de Allah’a ait borçlar olarak tefsir etmiştir. İmam Şafi Hazretlerine göre; ölenin vasiyeti olmasa da, ödemediği zekât ve eda etmediği hac gibi Allah’a ait borçları mirastan çıkarılır. Bu hususta mirasçıların izin verip vermemesine bakılmaz.
İşte, ayet-i kerimedeki “deyn” kelimesinin mutlak bırakılması ve her iki manaya da gelebilme ihtimali, hükmün ihtilafına sebep olmuştur. Eğer ayette “kullara ait borçlar ödendikten sonra” ya da “hem Allah’a, hem de kullara ait olan borçlar ödendikten sonra” denilseydi, ayet açık olduğu için ihtilaf olmazdı. Demek ihtilafın sebebi; ayetin mutlak bırakılması ve her iki manayı da içinde cem etmesidir.
Ayrıca her bir mezhep imamı, görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Ancak bizler bu başlıkta sadece Kur’an’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden, meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
Netice olarak deriz ki: Kelam-ı Ezeli’nin mahiyeti anlaşıldıkça, ihtilafın zaruri bir netice olduğu daha iyi kavranacaktır. Zira “vasiyet edilmediği takdirde miras malından Allah’a ait borçların çıkarılıp çıkarılmaması” hususunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek, ayetteki “deyn” kelimesinin bu iki manayı da içinde cem ettiğini bilmemekten ileri gelmektedir.
5. MİSAL
“… Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın…” (Nisa, 4/25)
Hanefi mezhebine göre, nikâhta velinin izni şart değildir. Buna göre; büluğa ermiş bir kız, kendisine denk bir erkek ile velisinin izni olmaksızın evlense, bu nikâh geçerlidir. Velinin bu nikâhı feshetme hakkı yoktur.
Şafi mezhebinde ise, nikâhta velinin izni şarttır. Velinin izni olmadan nikâh akdi geçerli olmaz. Buna göre; Şafi mezhebinde bir kız, velisinin izni olmadan bir erkekle nikâhlansa, bu nikâh geçerli değildir.
Yine fıkıh ilmini bilmeyenleri şaşırtacak bir ihtilaf: Bir mezhepte velinin izni şart iken, diğerinde şart değil!
Bu ihtilafın sebebini bilmeyenler şöyle demektedir: “Nasıl oluyor da din bir iken, Hanefi mezhebindeki bir kız velisinin izni olmadan nikâhlanabiliyor, Şafi mezhebindeki bir kız ise velisinin izni olmadan nikâhlanamıyor?” Yani bu sorunun sahibine göre “Nikâhta velinin izni şart mıdır, yoksa değil midir?” konusunda sadece tek bir hüküm olmalıdır. Bu istek ise Kelam-ı Ezeli’nin mahiyetini ve bu ihtilafın sebebini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Şöyle ki:
Nisa suresinin 24. ayetinde nikâhı helal olan hür kadınlardan ve 25. ayetinde de nikâhı helal olan cariyeden bahsedilmiş ve “Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın.” buyrulmuştur. İşte ayetteki “onları” zamiri ile kimlerin kastedildiği konusundaki ihtilaf, hükmün de ihtilafına sebep olmuştur.
İmam Azam Hazretlerine göre; “Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın” ayetindeki “onları” zamiri ile kastedilen cariyelerdir. Zamirin hür kadına taalluku yoktur. Yani cariye ile nikâhlanacak olan, cariyenin sahibinden izin almalıdır. Cariyenin nikâhı, sahibinin izni olmadan sahih olmaz. Hür kadının nikâhı ise velisinin izni olmadan da sahihtir.
İmam Şafi Hazretlerine göre ise; ayetteki “onları” zamiri ile kastedilen hür kadınlardır. Dolayısıyla hür kadının nikâhı ancak velisinin izni ile geçerli olur.
Görüldüğü gibi, “Onları, ehlinin izni ile nikâhlayın” ayetindeki “onları” zamirinin râci olduğu mahal hakkındaki ihtilaf, hükmün ihtilafına sebep olmuştur. İmam Azam’a göre zamir cariyeye ait olup, hür kadınla alakası yoktur. İmam Şafi’ye göre ise bu zamir hür kadına aittir. Netice olarak, İmam Azam’ın ictihadına göre hür kadın velisinin izni olmadan evlenebilirken, İmam Şafi’ye göre ise velinin izni olmadan nikâh sahih olmamaktadır.
Eğer ayette açık bir şekilde “cariyeyi sahibinin izni ile nikâhlayın” ya da “hür kadını velisinin izni ile nikâhlayın” buyrulmuş olsaydı, hüküm açık olduğundan dolayı ihtilaf olmazdı. Ancak Cenab-ı Hak, hikmeti icabı ayeti mutlak bırakmış ve “onları” zamiri ile beyan buyurmuştur.
Demek “Nikâhta velinin izni şart mıdır, değil midir?” konusunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek, ayetteki “onları” zamirinin hem hür kadına, hem de cariyeye taalluk edebileceğini bilmemekten ileri gelmektedir.
Eğer “Allah hangisinden razıdır ve hangisi doğrudur?” diye sorulacak olursa, denilir ki: Her ikisi de doğrudur ve murad-ı ilahidir. Cenab-ı Hak, Şafi mezhebindeki bir kadının, velisinin izni ile nikâhından razı olurken, Hanefi mezhebindeki bir kadının ise velisinin izni olmaksızın yaptığı nikâhtan razı olmaktadır. Daha önce işlediğimiz gibi, bir meselede sadece tek bir hüküm hak değildir. Hak, fıtratlara göre değişmektedir. Cenab-ı Hak, her fıtratın kendisine uygun olan hükmü, kelamının kelimelerinde saklamış ve mezhep imamları da bu hükümleri ayet ve hadislerden çıkarmıştır.
6. MİSAL
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/90)
İhtilafın olduğu bir diğer konu da; kolonyanın kullanılıp kullanılamayacağı ve kendisine kolonya bulaşmış bir elbise ile namazın kılınıp kılınamayacağı meselesidir. İmam Azam ve İmam Yusuf’a göre; kolonya kullanmak caiz olup, üzerine kolonya dökülmüş bir elbise ile namaz kılınabilir. İmam Muhammed ve diğer üç mezhebe göre ise; kolonya kullanmak caiz olmayıp, üzerine kolonya bulaşmış bir elbise ile namaz kılınamaz.
Yine bu ihtilaf, fıkıh ilminden habersiz olanları şaşırtmakta, bir kısmını ise şüpheye düşürmektedir. Bu şaşkınlığın ve şüphenin sorumlusu ise kişinin kendisidir. Yani suçlu odur. Eğer vaktinin bir kısmını dini ilimlerin tahsiline ayırsaydı, bu şüpheye düşmeyecek ve vesveseye mağlup olmayacaktı. Zira şimdi göreceksiniz ki, ihtilafın sebebi izah edildiğinde ve anlaşıldığında, bu konuda hiçbir şüphe ve vesvese kalmayacaktır.
Allah Teâlâ, Mâide suresi 90. ayette; “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” buyurarak, içkinin bir pislik olduğunu bildirmiştir. Malumdur ki namazda, “necasetten taharet” farzdır. Yani kişinin elbisesi ve namaz kıldığı yer temiz olmalıdır. Necis bir elbise ile namaz kılınamaz.
Şimdi gelelim ihtilafın sebebine:
Mealde “şarap” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası “hamr”dır. Allah Teâlâ, ayet-i kerimede “hamr”ın pis olduğunu beyan buyurmuştur. Ayetin hükmü açık olduğundan dolayı “hamr”ın pisliğinde ihtilaf yoktur. Dört mezhebe göre de “hamr” pistir. İhtilaf; “hamr”ın ne olduğundadır. Zira ayette “hamr”ın ne olduğu açıkça belirtilmemiş ve mutlak bırakılmıştır.
İmam Azam ve Ebu Yusufa’a göre “hamr”, sadece üzümden yapılan ve pişirilmeden bekletilmesiyle keskinleşip köpük atan sarhoş edicinin adıdır. Diğer sarhoş edicilere “hamr” değil, “nebiz” denilir. “Nebiz”i içmek, “hamr”ı içmek gibi haramdır. Ancak “nebiz” pis değildir. Pis olan, sadece üzümden yapılan sarhoş edicidir. Dolayısıyla nebiz kısmından yapılan bir sarhoş edici kişinin elbisesine bulaşsa, nebiz pis olmadığı için namaza mani değildir. Namaza mani olan hamrın elbiseye bulaşmasıdır. Kolonya ise hamrdan değil, nebizden yapılmaktadır; içmek haramdır, ancak pis değildir. Kullanmak caiz olup, elbiseye bulaşması namaza mani olmaz.
İmam Muhammed ve üç mezhep imamına göre ise “hamr”, her sarhoş edicinin adıdır. Dolayısıyla bütün sarhoş ediciler pistir ve namaza manidir. Kolonyadaki alkol de sarhoş edicidir ve “hamr”dır. O halde onu kullanmak caiz olmayıp, bulaştığı elbise ile namaz kılınamaz.
Bir daha özetlersek: İmam Azam ve Ebu Yusuf’a göre kolonya namaza mani değildir. Çünkü kolonyadaki alkol üzümden yapılmamaktadır. Yani hamr değil, nebizdir; nebiz ise temizdir. İmam Muhammed ve üç imama göre ise kolonya namaza manidir. Çünkü bunlara göre her sarhoşluk veren “hamr”dır ve hamr da ayetin beyanıyla pistir. Necasetten taharet ise namazın bir farzıdır.
Görüldüğü gibi ihtilaf, “hamr”ın manası hakkında olup, “hamrın temiz mi, yoksa pis mi” olduğu hakkında değildir. Zira ayette geçen “hamr pistir” ifadesi, ictihada mahal bırakmamaktadır. İctihad, hükmü açıkça bildirilen konularda olmaz. Ayet ise “hamr”ın pis olduğunu açıkça bildirmiştir. Açık olmayan, “hamr”ın ne olduğudur.
İşte “hamr” kelimesinin manası hakkındaki ihtilaf sebebiyle farklı hükümler çıkmıştır. “Din birdir, hüküm de bir olmalı.” demek ise, “hamr” kelimesinin bu derin manasını ve her iki hükmü de içinde cem ettiğini bilmemekten ötürüdür.
“Biz hangi görüşle amel edeceğiz?” denilecek olursa, ona da şöyle cevap verilir: “Ruhsatı tercih ederek kolonya kullanılabilir ve kolonyanın bulaştığı bir elbise ile namaz kılınabilirse de, takva ve azimet ile amel edip kullanmamak daha evladır. Kullananlar ise en azından, namazdan önce kolonya sürdükleri uzuvları yıkayarak takvayı tercih edebilirler.”
7. MİSAL
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin ve iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın…”(Maide, 5/6)
Abdestin dört farzı bu ayeti kerimede beyan edilmiştir. Bizim üzerinde duracağımız farz, yüzün yıkanmasıdır. Ayet-i kerimede açık bir şekilde abdestte yüzün yıkanması emredilmektedir. Ayetin hükmü açık olduğundan dolayı dört mezhepte de yüzün yıkanması abdestin bir farzıdır. Bunda ihtilaf yoktur. İhtilaf, yüzün neresi olduğu ve kulakların yüze dâhil olup olmadığı hususundadır. Bu ihtilafın sebebi ise, yüzün sınırlarının ayet-i kerimede belirtilmemiş olmasıdır.
Hanbelî mezhebine göre, abdestte kulakların meshi vaciptir. Hanbelîler, “kulaklar baştandır” hadisini ve Peygamberimiz (asm)’in her abdestte kulaklarına meshettiğini delil gösterirler.
Diğer üç mezhebe göre ise, kulakların meshi sünnettir. Üç mezhep âlimleri, Hanbelîlerin gösterdiği “kulaklar baştandır” hadisini zayıf bulurlar. Hatta İbni Salah: “Hadisin zayıflık emareleri çoktur. Çok yollarla nakledilmesi ile kuvvetlenmez.” der. Yine Şekvani: “Varid olan hadisler bu hususu teyit etmez, sadece müstehap olduğuna işaret eder. Vacibe ancak açık bir delil ile gidilir.” der.
Görüldüğü gibi, yüzün sınırlarının neresi olduğu hakkındaki ihtilaf, hükmün ihtilafına sebep olmuştur. Hanbelîler, “kulak yüzdendir” hadisiyle amel ederek kulağın meshine vacip derken, Hanefi, Şafi ve Maliki mezhebi âlimleri ise, hadisin zayıflığına hükmederek kulağın meshine sünnet demişlerdir.
Şu noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Abdestte yüzün yıkanmasının farziyeti hususunda hiçbir ihtilaf yok. Zira ayetin hükmü açıktır, ictihad buraya giremez. Yine abdestte kulağın meshedilmesi hususunda da bir ihtilaf yoktur. Zira Peygamberimiz (asm) abdest alırken kulaklarını meshetmiştir. İhtilaf sadece kulağın meshedilmesinin hükmü hakkındadır. Hanbelîlere göre vacip iken, diğer üç mezhebe göre sünnettir.
Bu konuda ihtilafın olmaması için şunlardan birisinin olması gerekiyordu:
1. Ayet-i kerimede yüzün sınırları açıkça belirlenseydi ihtilaf olmazdı.
2. “Kulak yüzdendir.” hadisi zayıf değil, mütevatir olsaydı, ihtilaf olmazdı.
3. Ya da bu konuda başka bir mütevatir hadis olsaydı yine ihtilaf olmazdı.
Demek ihtilafın sebebi; hükmün Kur’an ve sünnette mutlak bırakılması ve her taifenin kendi fıtratına uygun olan hükmü, Kur’an ve hadisten çıkartılmasının murad edilmesidir.
YEDİ MİSALDEN ÇIKAN NETİCE:
Allah’ın kelamı, beşer kelamı gibi manası sınırlı bir kelam değildir. İhtilafın olmamasını istemek ise, Kelam-ı Ezeli’nin bu mahiyetini bilmemekten ve bir ayetin sadece tek bir manaya geldiğini zannetmekten dolayıdır. Hâlbuki Kur’an ayetleri ve kelimeleri, deniz gibi manaları içinde saklamakta ve birçok manaya delalet etmektedirler. İşte ihtilafın en büyük sebebi, Kelam-ı Ezeli’nin bu özelliğidir. Bizler bu konuda yedi misal verdik. “Arife işaret yeter.” Sırrınca, daha fazla misale gerek görmüyor ve ihtilafın ikinci sebebi olan “hadislerin farklı manaya gelebilmesi sebebiyle oluşan ihtilafa” geçiyoruz.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
Hadislerin Farklı Anlamlara Gelebilmesi |
24
Şubat
2014
Pazartesi
,
Saat 12.25:59
Geri dön
Başa dön
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3733 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Hadislerin Farklı Anlamlara Gelebilmesi Sebebiyle Oluşan İhtilaf
1. MİSAL
Hanefi, Şafi ve Maliki mezheplerine göre namazda cemaate katılmak sünnettir. Hanbelî mezhebinde ise cemaat farz-ı ayındır. Yani herkese bizzat farzdır. Yine bu meseledeki ihtilaf, sebebini bilmeyenleri şaşırtmakta ve onlara; “Bu nasıl şey, cemaat ya farzdır, ya da sünnettir. Bir mezhepte farz olurken, diğerinde nasıl sünnet olur?” dedirtmektedir. Bu söz, o kişinin fıkıh ilmindeki cehaletinden dolayıdır. Zira eğer o, aşağıda kaydedilen ihtilafın sebeplerini bilseydi, hiç şaşırmayacak ve bunu gayet doğal karşılayacaktı. Şimdi ihtilafın sebebini inceleyelim:
Ebu Hureyre (ra)’dan nakledilmiştir. Resulullah (asm) şöyle buyurdu:
“Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı ve sabah namazıdır. Nefsimi kudret eliyle tutan Allah’a yemin olsun ki, içimden şöyle geçti: Odun için emir vereyim de odun toplansın. Sonra namaz için emir vereyim de bunun için ezan okunsun. Sonra birisine emredeyim; cemaate imam olsun. Sonra kendim namaza katılmayıp, camiye gelmeyen adamlara varayım ve evlerini başlarına yakayım.”
Şimdi bu ihtilafın sebebini inceleyelim:
· Hanbelî âlimlerine göre; kaydettiğimiz hadis, cemaatin farz olduğuna delildir. Onlar derler ki: “Eğer cemaat sünnet olsaydı, onu terk eden kimse yakılmakla tehdit edilmezdi. Zira bir sünneti terk edene böyle ağır ceza verilmez. Madem Efendimiz (asm) cemaate katılmayanları, evlerini başlarına yakmakla tehdit etmiştir, o halde cemaatin farz olması gerekir.”
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Bu hadis, cemaatin farz değil, bilakis sünnet olduğuna delildir. Çünkü Resulullah (asm) namaza gelmeyenlere gitmek istemiştir. Eğer cemaat farz-ı ayın olsaydı, cemaati terk ederek onlara gitmeye azmetmezdi.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Farzın terki, ondan daha kuvvetli bir farz için caizdir. Cemaate gelmeyenlere ceza vermek için evlerine gitmek, namazı cemaatle kılmaktan daha kuvvetli bir farzdır. Bu sebeple Resulullah (asm) cemaate gelmeyenlere gitmek istemiştir. Efendimiz (asm)’in buradaki amacı; daha kuvvetli bir farzı eda etmektir.
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der: Haber, yasaklama makamında söylenmiştir. Hakikati murad değildir. Asıl gaye mübalağadır ve korkutmadır. Gayenin bu olduğuna delil; Resulullah (asm)’ın kâfirlere mahsus bir ceza ile tehdit etmesidir. Nitekim icma ile sabittir ki, bu çeşit bir ceza ile Müslümanlar cezalandırılmaz.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Ateşle ceza vermek ilk önceleri caizdi. Bu ceza daha sonra nesh olmuş ve kaldırılmıştır. Nitekim Ebu Hüreyre hadisi buna delalet etmektedir. Cemaat hakkındaki hadis ise mezkûr cezanın caiz olduğu zamanda varid olmuştur. Dolayısıyla bununla mübalağa değil, hakikat kastedilmiştir.
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der: Resulullah (asm) tehdit etmesine rağmen, onları yakmayı terk etmiştir. Eğer cemaat farz olsaydı, onları affetmezdi. Bu da cemaatin sünnet olduğunu gösterir.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Resulullah (asm)’ın onlara ceza vermemesi, onların caymalarından ve cemaate gelmeye başlamalarından ötürüdür. Ayrıca hadisin başka yollardan gelen naklinin sonunda; “… eğer evlerde kadınlar, çocuklar olmasaydı…” kaydı vardır. Bu da gösterir ki, cezanın verilmeyişinin sebebi; cemaatin sünnet oluşu değil, evlerdeki kadın ve çocuklardır.
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der: Hadiste tehdit edilenler; cemaate gelmeyenler değil, bizzat namazı terk edenler olabilir. Zira hadisin bu manaya gelmesi de mümkündür.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Hadisin bir başka naklinde: “Namazda hazır olmazlar” kaydı açıkça zikredilmiştir. Yine İbn-i Mace’nin rivayetinde: “Şu erkekler ya cemaati terk etmeye son verirler, ya da evlerini tepelerine yakacağım.” buyrulmuştur. Hadisin diğer yollarla gelen bu nakli, mezkûr hadisin namazı kılmayanlara ait değil, namazın cemaatini terk edenlere ait olduğunu göstermektedir.
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der: Peygamberimiz (asm) hadis-i şeriflerinde; münafıkların cemaate katılmadıklarını vurgulayarak, münafıklara benzemek hususunda bizleri sakındırmış ve onlara muhalefet etmeğe teşvik etmiştir. Demek bu hadis, sakındırmak ve teşvik etmek makamında söylenmiştir. Yoksa sırf cemaati terk etme hususunda değildir. Bu sebeple cemaatin farziyetine delil olamaz. Hem bu hadiste kastedilenlerin münafıklar olması ihtimali de vardır. Dolayısıyla hadisteki tehdit cemaati terk etmeye has değildir.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Münafıkların gerçekte namazları yoktur ki, bile bile cemaati terk etmeleri sebebiyle tehdit edilsinler. Bu tehdit, bizzat namazı olup, cemaate gelmeyenlere yapılmıştır. Bunlar da müminlerdir.
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler şöyle der: Hadiste geçen namaz; cuma namazı olabilir. Bu halde diğer namazlar buna dâhil olmaz.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Hadiste yatsı namazı zikredilerek söze başlanmıştır. Bu yüzden hadisten cuma namazının kastedilmesi çok uzak bir ihtimaldir. Ayrıca şu hadisi de görüşlerine delil yaparlar: “Resulullah (asm)’a âmâ bir zat gelerek; ‘Ey Allah’ın Resulü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok.’ dedi ve namazı evinde kılmak için izin istedi. Efendimiz (asm) ona izin verdi. Adam geri dönünce, Resulullah (asm) onu çağırtarak; ‘Ezanı işitiyor musun?’ diye sordu. Adam: ‘Evet!..’ deyince, Efendimiz (asm), ‘Öyleyse icabet et!..’ dedi ve evde kılmasına izin vermedi.” Cemaatin farz olduğuna kail olanlar bu hadisi delil getirerek şöyle derler: “Eğer cemaat sünnet olsaydı, Peygamberimiz (asm) âmâ kişiye evde namaz kılması husussunda ruhsat verirdi. Madem vermemiştir, o halde cemaat farz-ı ayın olmalıdır.”
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler ise şöyle cevaplar: Âmâ adam, Resulullah (asm)’a “Namazı evde kıldığı halde, özrü sebebiyle cemaat sevabını kazanmaya ruhsat var mı?” diye sormuştur. Zira bilindiği gibi, özür sebebiyle cemaate gelmeyenler, cemaat sevabını kazanırlar. Ayrıca Efendimiz (asm)’in ona evde namaz kılmak için ruhsat vermeyişi, onun hakkında daha faziletli olana hükmetmek içindir. Yani Efendimiz (asm)’in cevabı şöyledir: “Senin için efdal olan ve sevap yönüyle daha büyük olan; müezzine icabet ederek cemaate gelmendir.” Bu ifade, cemaatin daha faziletli olduğuna işaret etmek içindir. Yoksa farziyeti için değildir.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler şu hadisi de görüşlerine delil getirirler: Resulullah (asm) buyurdular ki: “Kim müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde cemaate katılmazsa, kıldığı namaz kabul edilmez.” Sahabeler sordular: “Ey Allah’ın Resulü! Meşru özür nedir?” Peygamberimiz (asm) şöyle cevapladı: “Korku ve hastalıktır.”
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir: Bu hadiste belirtilen namazın kabul edilmemesi; “kâmil bir makbuliyeti yoktur” demektir. Yoksa namazın kendisinin kabul edilmediği değildir. Nitekim bu tür hadisler çoktur. Mesela; “Hayat ancak ahiret hayatıdır.” denildiğinde, bundan dünya hayatının inkârı değil, ahiretin hayatının kemali kastedilir ve dünya hayatı o kemale sahip olmadığı için hayat değilmiş gibi takdim edilir. Mezkûr hadis de böyledir. Namazın kabul olmaması demek; “kâmil manada bir makbuliyeti olmaması” demektir. Ayrıca diğer hadislerde cemaatle kılınan namazın, fert olarak kılınan namazdan yirmi yedi kat daha sevaplı olduğundan bahsedilmiştir. Demek münferid olarak kılınan namazın sevabı düşük olsa da makbuldür. Eğer kabul olmasaydı, cemaat ile kılınan namaz için “yirmi yedi kat daha sevaptır” denilmezdi. Zira kabul olunmayan bir şey ile kabul olunan bir şey kıyas edilemez.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler şu hadisi de görüşlerine delil getirirler: “…Eğer cemaati terk ederseniz, peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz ve küfre düşersiniz.” Cemaatin farz olduğuna kail olan âlimler bu hadisi de delil getirerek derler ki: “Eğer cemaat farz olmasaydı, ‘küfre düşerdiniz’ tabiri kullanılmazdı. Zira küfre düşmek ancak bir farzı inkâr etmek ile mümkündür.”
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler buna şöyle cevap verir: Bu hadisteki küfür; “küfran-ı nimet” yani nimetin kıymetini bilmemektir. Zira cemaatin sevabı ve bundaki ilahi lütfu görmemek, inkâr manasında bir davranıştır. Ayrıca bu hadisin manası: “Cemaati terk, sizi yavaş yavaş küfre götürür. Çünkü böyle yapmakla İslam halatını iplik iplik terk eder ve sonunda dinden çıkarsınız.” şeklinde de olabilir. Dolayısıyla her iki ihtimalle de cemaatin farziyetine delil olamaz.
· Cemaatin farz olduğunu söyleyenler şu hadisi de delil getirirler: “… Gündüz oruç tutan, gece de namaz kılan ve fakat cemaate ve cumaya gelmeyen birisi hakkında sorulduğunda, Resulullah: ‘Bu ateş ehlidir.’ diye cevap verdi.” Cemaate farz diyenler bu hadisi delil göstererek derler ki: “Eğer cemaat sünnet olsaydı, terk edenin ateşle tehdit edilmemesi gerekirdi. Zira tek bir sünneti terk edenin ateşle tehdidi uygun olmaz. Madem cemaati terk eden ateşle tehdit edilmiştir, o halde cemaatin farz-ı ayın olması gerekir.”
* Cemaatin sünnet olduğunu söyleyenler ise buna şöyle cevap verir: Hadisin manası: “Cemaate ve cumaya, onlardan nefret sebebiyle katılmayan ve onların hakkını vermeyi hafife alıp, cemaat ve cumayı değersiz görenler hakkındadır. Onlar, cemaati terk etikleri için değil, bu sebeplerle ateşle tehdit edilmiştir. Yoksa cemaatin kıymetini bildiği halde iştirak etmeyenler tehdide dâhil değildir.”
Cemaate farz-ı ayın ve sünnet diyenlerin mücadelesi böyle sürüp gitmektedir. Her bir müctehid kendi görüşüne deliller getirmekte ve diğer tarafın görüş ve delillerine de cevap vermektedir. Bizler meseleyi daha fazla uzatmamak için burada kesiyor ve âlimlerin ortaya koydukları diğer delilleri merak edenleri hadis ve fıkıh kitaplarına havale ediyoruz.
Görüldüğü gibi ihtilafın sebebi; hadislerin her iki manaya da gelebilme ihtimalidir. Eğer Kur’an’da veya hadislerde; “Cemaat her Müslümanın üzerine farz-ı ayındır.” gibi bir ibare olsaydı ve bu ibare -eğer hadisse- mütevatir bir yol ile nakledilseydi, bu konuda ihtilaf olmaz ve her mezhepte cemaat farz-ı ayın olurdu. Ama böyle olmamış ve hüküm mutlak bırakılmıştır. Yani mevcut hadisler her iki hükmü de içinde saklamakta ve her iki neticeyi de doğurmaktadır. İşte ihtilafın sebebi budur.
2. MİSAL
Şafi, Maliki ve Hanbelî mezheplerine göre; sabah namazını kılan bir kimse, bir rekâtı tamamladıktan sonra güneş doğsa namazına devam eder; güneşin doğmasıyla namazı bozulmaz. Hanefi mezhebinde ise; güneşin doğmasıyla namazı bozulur.
Şimdi ihtilafın sebebini inceleyelim:
Buhari ve Nesei’nin naklettiği rivayette Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
“Sizden kim, sabah namazının bir secdesini güneş doğmadan önce kılarsa, namazını tamamlasın.”
Şafi, Maliki ve Hanbelîler bu hadis-i şerifi ve aynı manadaki diğer hadis-i şerifleri görüşlerine delil gösterirler ve şöyle derler:
“Hadis-i şeriflerde açık bir şekilde; sabah namazının bir rekâtını vakti içinde tamamlayan kimsenin namazının, güneşin doğmasıyla bozulmayacağı bildirilmiştir. Bu, hadislerin açık hükmüdür ve bununla amel edilmesi gerekir. Dolayısıyla, sabah namazının birinci rekâtını tamamladıktan sonra üzerine güneş doğan kimse, güneş doğduktan sonra namazına devam eder ve namazını tamamlar. Namazını kaza da etmez.”
İmam Azam Hazretleri ise, “Güneşin doğmasıyla namaz bozulur.” der ve görüşünü maddeler halinde şöyle izah eder:
· Peygamber Efendimiz (asm), güneş doğduktan sonra namaz kılmayı yasaklamıştır.
· Güneş doğduktan sonra her çeşit namazı yasaklayan hadisler tevatür kuvvetindedir.
· Güneşin doğmasıyla birlikte, namaz kılınması yasaklanmış bir vakte girilmiş olur. O halde namazın bozulması gerekmektedir.
· Yani bu meselede, güneş doğduktan sonra namazı yasaklayan hadisler ile amel edilmelidir.
· Zira bir meselede helal ve haram birleşse, haram hükmü esas alınır. Çünkü eşyada asıl olan helalliktir. Öyleyse haram hükmü sonradan gelmiştir. Sonradan gelen de öncekinin hükmünü kaldırır.
· Demek, güneşin doğmasıyla namazın bozulmayacağını bildiren hadisler öncedir ve güneşin doğmasıyla hiçbir namazın kılınamayacağını bildiren hadisler ile hükümden kaldırılmış yani nesholmuştur.
· Bu sebeple, haramlık hükmünü bildiren hadisler ile amel edilmelidir.
Gördüğünüz gibi, Şafi, Maliki ve Hanbelîler, sabah namazının güneşin doğmasıyla bozulmayacağını bildiren hadislerle amel ederken, İmam Azam Hazretleri, güneş doğduktan sonra namazı yasaklayan hadislerle amel etmiş ve yasaklayan hadislerin, diğerlerinin hükmünü neshettiğini bildirmiştir.
Neticede her mezhep imamı bir hadise dayanmış ve o hadisin hükmüyle amel etmiştir. Demek ihtilafın sebebi; hadislerden her iki görüşün de çıkabilmesi ve hadislerin her iki hükmü de içinde cem etmesidir.
Hadisleri anlamadaki ihtilafa dair son bir misal daha vereceğiz. Bu 3. misal ile aynı zamanda âlimlerin zekâ ve ferasetlerinin mertebesini de görecek ve onlara ihsan edilen, hadislerden hüküm çıkarma yeteneğini müşahede edeceksiniz.
3. MİSAL
Hz. Ebu Hüreyre nakil ediyor:
“Resulullah (asm) kâfir bir misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı, kâfir sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti. Adam doymadı. Bu suretle tam yedi keçinin sütünü içti. Adam yatıp, sabah olunca Müslüman oldu. Resulullah (asm) bir keçi sağılmasını emretti. Sütünü adam içti. Sonra başka bir keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine Resulullah (asm) şöyle buyurdular:
‘Mümin bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer.’ ”
Hadiste geçen “Mümin bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer.” ifadesi hakkında âlimler ihtilaf etmişlerdir. Daha doğrusu, bu kısacık cümle o kadar çok manayı içinde saklamaktadır ki, her bir âlim bu manalardan birisine meyletmiş ve neticede aşağıdaki farklı hükümler ortaya çıkmıştır:
1. Bir kısım âlimlere göre; “Mümin bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer.” hadisiyle murad edilen, zahiri mana değildir. Burada mecaz vardır ve kinaye yapılmıştır. Efendimiz (asm) bu hadisinde; Müslüman ve onun dünyadaki zühdü ile, kâfir ve onun dünyaya olan hırsını göstermek için bir benzetme yapmıştır. Yani mümin, dünyevi şeylere kıymet vermemesi sebebiyle tek bir mideye yer. Kâfir ise, dünyevi şeylere çok kıymet vermesi ve dünyalığı çok yığması sebebiyle yedi mideye yer. Burada ne gerçek mideler, ne de yeme hususu asıldır. Asıl kastedilen şey; dünyalık ile doymakta azlık ve çokluktur. Bu şuna benzer: Nasıl ki; “Falan kimse dünyayı hopur hopur yiyor.” denilince, onun dünyaya fazlaca hırsı ve rağbeti kastediliyorsa, “Mümin tek mideye yer.” denildiğinde de; müminin dünyaya karşı hırsı yok, az bir şeyin peşindedir, denmek istenmiştir. Bunun gibi “Kâfir yedi mideye yer.” denilmekle de; dünyaya çok rağbet eder, çok şeylerin peşine hırsla düşer, denmek istenmiştir.
2. Bir kısım âlimler ise şöyle demiştir: Bunun manası şudur: Mümin helal yer, kâfir ise haram yer. Helalin varlığı vücutça daha azdır, haram ise çoktur. İşte hadiste geçen tek mide ile helalin azlığına, yedi mide ile de haramın çokluğuna işaret edilmiştir.
3. Bazı âlimler de şöyle demiştir: Hadisten murad, mümini az yemeğe teşviktir. Çünkü çok yemek, kâfire has bir sıfattır. Mümin az yemeği esas yapmalıdır. Zira müminin nefsi, kâfire mahsus bir sıfatla muttasıf olmaktan nefret eder. Çok yemenin kâfire has bir sıfat olduğu hususuna ise Cenab-ı Hakk’ın şu sözü delildir: “… Durakları ateş olduğu halde kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler” (Muhammed, 47/12)
4. Bazı âlimler ise hadisin mecaz olmayıp, hakiki manasının murad edildiği görüşündedirler. Bu görüş sahiplerinden bir kısmı şöyle derler: Bu bir şahıs hakkında varid olmuştur. el-Mümin kelimesinin başındaki “lam” ahdiyedir. Yani özel birisinin kastedildiğini ifade eder. Cinsiye değildir. Yani bütün müminleri ifade etmek için kullanılmamıştır. İbni Abdilberr bu hususu şöyle izah eder: “Bu hadisi bütün müminlere hamletmeye imkân yoktur. Zira nice kâfirler vardır ki, müminlerden az yer. Ve nice müminler vardır ki, kâfirden çok yer. Ve nice kâfir vardır ki, Müslüman olmuş ve yeme miktarı değişmemiştir. O halde hadiste zikredilen ‘Kâfir yedi mideyle yer.’ sözüyle kastedilen; hadisteki şahıstır. Yani şöyle söylenmek istenmiştir: “Bu adam kâfir iken yedi mideye yemekte idi. Müslüman olunca, yedikleri özleştirilip onun hakkında bereket kılındı. Böylece Müslüman olduğunda, kâfir iken yediğinin yedide biri ile doydu.” Demek bu âlimlere göre mezkûr hadis; hususi bir kâfir hakkındadır.”
5. Bazı âlimler ise şöyle der: Hadis, ekseriyeti ifade zımnında beyan olunmuştur. Bununla gerçek adet kastedilmemiştir. Hadisteki “yedi” tabiri, çokluktan kinayedir. Zira Arapça’da yedi, yetmiş, yedi yüz gibi ifadeler çokluğu temsil eder. Yani hadisin manası şudur: “Mümine yakışan hususlardan biri de yeme içme işini azaltmaktır. Çünkü mümin ibadete müteallik amellerle meşguldür. Çünkü o bilmektedir ki yemekten maksat; açlığı gidermek, hayatın devamını sağlamak ve ibadete yardım etmektir. Mümin, bu maksatların dışına çıktığı takdirde vereceği hesaptan korkmakta, bu da onun yemesini azaltmaktadır. Kâfir ise, bu söylenenlerin hilafınadır. Zira o, şeriatın takip ettiği maksadı bilmez ve o hudutta durmaz. Bilakis nefsin şehvetine tabi olur, arzularının peşinde koşar. Böylece müminin yiyeceği, kâfirin yiyeceğine nispet edilince daha az olur.”
6. Bazı âlimler şöyle der: Hadisin manası şudur: Müminin sıfatı zühd hususunda hırs göstermemesi ve kâfirin hilafına olarak, yaşamasına yetecek kadar yemekle iktifa etmesidir. Öyleyse bu vasfa uymayan ve zühd sıfatını taşımayan bir müminin varlığı hadisi yaralamaz.
7. Bazı âlimler de şöyle der: Hadiste kastedilen müminden murad; kâmil seviyede olan ve tam bir imana sahip olan mümindir. Zira kimin Müslümanlığı güzel olur ve imanı kemale ererse onun fikri, ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili şeylerle meşgul olur. Böylece korkunun ve endişenin şiddeti ve düşüncesi, onu nefsanî arzuların peşinde koşmaktan alıkoyar. Nitekim Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Kimin fikri fazlaysa yemeği azdır. Kimin tefekkürü azsa yemeği çok, kalbi de katıdır.” O halde hadisin manası şöyle olur: “Kamil mümin bir mideye yer, kâfir ise yedi mideye yer.”
8. Bazı âlimler de şöyle demiştir: Mümin yemesi içmesi sırasında besmele çeker, şeytan ona yeme içmede ortak olmaz. Böylece az bir yiyecek ona kâfi gelir. Kâfir ise besmele çekmez. Bu sebeple şeytan ona ortak olur. Az bir yiyecek ona kâfi gelmez.
9. İmam Nevevi ise şöyle demiştir: Kâfirdeki yedi mide ile şu sıfatlar kastedilmiş olabilir: Hırs, oburluk, uzun emel, tamah, kötü huy, haset, yağ sevgisi. Mümindeki tek mide ise, ihtiyacın örtülmesidir. Yani mümin ihtiyacının defi için yerken, kâfir zikredilen yedi sebepten dolayı yemektedir.
10. İmam Kurtubi ise şöyle der: Yemek şehveti yedidir: Tabiat şehveti, nefis şehveti, göz şehveti, ağız şehveti, kulak şehveti, burun şehveti ve açlık şehveti. Müslümanı yemeğe sevkeden zaruri şehvet bu sonuncusudur. Kâfir ise sayılanların hepsi sebebiyle yer.
11. Kadı Ebu Bekr ise şöyle der: Hadiste geçen “yedi mide” tabiriyle beş duyu ile birlikte şehvet ve ihtiyaç kastedilmiştir. Yani “yedi mide” tabiri ile kinaye yapılmıştır.
12. Bir kısım âlimler de şöyle der: Hadisten alınacak esas; dünyalık hususunda azlığa teşvik ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye rağbet ettirmektir. Zira gerek cahiliye devrinde, gerekse İslam döneminde akıllı kimseler hep açlığı övmüşler, çok yemeği zemme mişlerdir.
Evet, kısacık bir cümle ve o cümleden çıkan onlarca mana! Bizler, bu manalardan sadece on iki tanesini nakille yetiniyoruz.
İşte ihtilafın sebebi: Efendimiz (asm)’in hadislerinin birçok manaya gelebilme ihtimalidir. Âdeta Efendimiz (asm)’in kelimeleri birer deniz olmuş ve içlerinde birçok manayı cemetmiştir. Âlimler de bu manaları inayet-i ilahiye ile çıkarmışlardır. Bizlere düşen vazife ise, bu kıymetli âlimlere tabi olmak ve İslam’ın hükümlerini onların dersi ile öğrenmektir. Yani zannın ve vehmin rehberliğini bırakarak, bu kıymetli âlimleri rehber edinmektir.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
YORUM YAZMAK İÇİN ÜYE SEVİYENİZ YETERSİZ
|